Birkaç kez ertelediğimiz Safranbolu gezimizin sonunda hareket günü gelmişti, 20 Nisan 2017. Kitap ile sohbet grubu olarak bir kitabın izinde yaptığımız geleneksel gezilerimizden farklı bir yönü vardı bu gezimizin. Kitapdaşlarımız Hatice ve Sumru memleketlerini, anılarını ve geçmişin izlerini paylaşacaklardı bizimle. Safranbolu, Yörük Köyü, Kastamonu ve Amasra’yı kapsayan gezimizin tüm hazırlıkları onlar tarafından yapıldı. Bir ev sahibi titizliği ile ulaşımdan konaklamaya, yemekten eğlenceye çok detaylı bir şekilde hazırlanmışlardı. Bizler ise misafirleriydik. Paylaştıkları anılar, evleri, dostları, hazırladıkları sürprizler ile bu gezimiz de unutulmazlar arasına girdi.
Gezimiz için seçtiğimiz kitap Kübra Demir Bilgiç & Meriç Bilgiç tarafından yazılan “Bir Devr-i Alem Safranbolu Masalı” idi. Kitap zengin Safranbolu kültürünü; tarihte burada yaşamış tüm uygarlıklar,Hititler, Persler, Romalılar, Selçuklular, Candaroğulları, Osmanlılar, üzerinden kurgulayarak bugüne geliş öyküsünü efsane tadında anlatıyor bize.
Perşembe sabahı saat altıda buluştu on bir kitapdaş heyecanla. Özel araca yerleştikten sonra neşeyle başladı yolculuk. Sapanca da verilen kahvaltı molası, yolculuk esnasında gezi hakkında bilgilendirme ve kitaptan bölümler okunması derken tam öğle saati vardık UNESCO tarafından 1994 de “Dünya Mirası Listesine” alınan Safranbolu’ya. Eski adıyla “safran kale-kenti “anlamına gelen Zağfiran Borglu sözcüğünden türetilen * bugünün “dünya kenti”.
Güneş yüzünü göstermiş, “soğuğu da soğuk olur” denen Safranbolu içimizi ısıtan, enerji veren parlak ışıklarla karşılamıştı bizi. Aynen Sumru ve Hatice gibi…
İlk durağımız; Tokatlı Kanyonu üzerinde Türkiye’de ilk defa yapılan, 80 mt yükseklikte ki Kristal Teras’dan harika doğa manzarasını seyretmek oldu. Merdivenlerle kanyonun derinliğine inme seçeneğini sonraya bırakarak, boşlukta asılı hissini uyandıran terasta bölgenin önemli üç kanyonundan (Tokatlı, Düzce ve Tekekurum) birinin güzelliğine bıraktık kendimizi, diğerlerini de merak ederek. Susamışlığımızı Teras kafede içtiğimiz ayranla giderdik. Ve yola koyulduk…
Sonraki durağımız yine bir doğa harikası idi; Bulak Mencilis Mağarası. 200 basamakla nefes nefese çıktığımız, yolda zayiat verdiğimiz mağaraya ulaştığımızda suyun şekillendirdiği gizemli bir cennette bulduk kendimizi. Mağaranın özelliğinden (astım ve bronşit hastalıklarına iyi gelmesi) ve gördüğümüz manzaranın büyüleyiciliği (sarkıt, dikit, sütun ve duvar damlataş oluşumları) bütün yorgunluğumuzu unutturdu. Toplam uzunluğu 6042 metre olan mağaranın ziyarete açık 400 metresini gezdik. Her zaman olduğu gibi inişi çabuk oldu.
Gezmek demek aynı zaman da yürümek, tırmanmak, inmek gibi spor aktivitelerini de kapsadığı için, yorgun bacaklarımızı dinlendirmek, acıkan karnımızı doyurmak için Akçasu, Bulak ve Gümüş derelerinin beslediği kanyonlar üzerine kurulu Safranbolu’nun merkezine indik. Eskiden tarım arazilerinin bulunduğu, bu günse apartmanların yükseldiği Bağlar semtinden yokuş aşağı inerken merkeze yaklaştıkça araba da bir heyecan dalgası başladı. Herkes birbirine geleneksel Safranbolu mimarisinin en güzel örneklerinin sıralandığı evleri ve konakları gösteriyordu. Hatice’nin ve Sumru’nun bu evleri daha çok göreceğimizi hatta içlerini gezeceğimizi söylemeleriyle biraz yatıştık. Beyaz badanalı cepheleri, ahşap kepenkli pencereleri, kırmızı kiremitleri ile iki veya üç katlı Safranbolu evleri kurulu olduğu üç kanyonun yamaçlarından aşağıya doğru akıyordu adeta. Birbirinin manzarasını kapatmadan, taş döşeli sokaklar boyunca sıralanan evler, camiler, hanlar, hamamlar, saat kulesi, çeşmeler, arastalar Hıdırlık Tepesi’nden seyrine doyamadığımız bir görüntü sergiliyordu. Bahar’ın uyandırdığı çiçeğe durmuş ağaçlar, yeşilin her tonu manzarayı eşsiz kılıyordu.
Kadınların hazırladığı, geleneksel Safranbolu yemeklerinin de (etli yaprak dolması, Safranbolu bükmesi, cevizli keşli yayım, peruhi) sunulduğu lokantada doyduktan sonra, şehir içinde yürümeye başladık. İlk durağımız Kıranköy’de ki Ulu Cami oldu. Kıranköy Safranbolu’nun eski Hıristiyan mahallesi, Ulu Cami de eski Aziz Stefan Kilisesi’ydi. * Kilise beşinci yüzyılda yaşamış İmparatoriçe Atinal’lı Aelia Licinia Eudokia tarafından yaptırılmıştı. Yirminci yüz yılın ortalarında artık kullanılmadığı için harabeye dönen kilise, göçe zorlanmış Hıristiyan Türklerin sitem ve baskısı ile tamir edilip camiye çevrilerek korunmaya alınmış. Ulu Cami’nin kapısında, 1872 yangınından sonraki tadilatta konmuş, biri Eudokia’nın ağzından Yunanca, diğeri halkın ağzından Yunan alfabesiyle Karaman Türkçesinde yazılmış iki taş yazıt vardı. * 515 ve 1872 tarihli bu yazıtlar; tarihi M.Ö 3000 yıllarına uzanan bu bölgede birer mihenk taşı gibi halen varlığını sürdürüyordu. Adeta geçmişe bir yolculuk gibiydi. Onbir kadın, varlığını bugüne ulaştıran Atinalı Aelia’yı hayal ettik.
Gümüş deresinin oluşturduğu kanyonun sağ tarafından yüksek duvarlı eski Rum mahallesinden aşağı doğru inmeye başladık. Karşı yakada ise şu an kent müzesi olan eski Safranbolu Hükümet Konağı ve geleneksel Osmanlı mimarisinde inşa edilmiş evler harika fotoğraf kareleri veriyordu. Aşağıda düzlüğün üzerine yapılmış Dibanoz Köprüsünden geçerek yukarı doğru kıvrıldığımızda eski Müslüman mahallesindeydik artık, Gümüş. Kitabımızın kahramanı Gülperi’nin mahallesi. Belki de bu evlerden birinin bahçesinde kaynatmıştı ateş pekmezini babaannesi Gülperi’yle sohbet ederken. Ara sokaklardan geçerken bazı evlerin çatısından asılmış boynuzlar dikkatimizi çekti. Bunlar geyik boynuzu idi ve o evde bir avcının yaşadığını gösterirdi. Boynuz ne kadar büyükse, evsahibi o kadar iyi avcıydı. Çok sayıda tarihi çeşme vardı sokak aralarında ve suları halen akıyordu. İzzet Mehmet Paşa’nın 18. yüzyılda yaptırdığı İnce Kaya Su Kemeri’yle getirttiği “Paşa Suyu” kilometrelerce öteden sayısız Safranbolu çeşmelerine kadar kanallarla dağıtılırdı.* Bize kadar ulaşmıştı sular, üç yüzyıl sonrasına kadar.
Sonunda; Osmanlı döneminde Loncaların bulunduğu “Lonca Çarşısı” bugünkü adıyla Yemeniciler Arastası denen çarşıya ulaştık. Yol boyunca dükkanlardan ikram edilen meşhur Safranbolu lokumuyla tatlandık. İlk durağımız arastanın kahvesi oldu ve kahve keyfi uzun bir yürüyüşten sonra hakkımızdı. Grubumuzun mali işler sorumlusu sevgili Sumru bile bu kahveleri hakkettiğimiz konusunda hemfikirdi bizimle. Kahve molaları sıklaştığında uyarısını esirgemiyordu. Ne de olsa bütçe denkliğinden o sorumluydu. Közde pişen kahveleri beklerken duvarda ki Leyla Gencer köşesi çekti dikkatimizi. Safranbolu’dan çıkan iki önemli kadın, La Scala Operası’nın divası Leyla Gencer ve Cumhuriyet’in ilk kadın doktoru, milletvekili Fatma Şakir Memik’di.* Gurur duyduk.
Kahveler içildikten sonra, iki sokağa karşılıklı olarak sıralanmış kırk sekiz dükkândan oluşan arastayı gezmeye başladık. Geleneksel taşbaskı ile yapılmış örtüler, eskilerin kuşak olarak kullandığı bugün ise antika örtü olarak masalara serdiğimiz el işlemesi örtüler, tel kırma işlemeleri, oyalar, yemeniler el emeği göz nuru onlarca iş bizi bekliyordu. Her birimiz dağıldık dükkanlara, yorgunluk falan kalmamıştı. Sevgili Hatice uzmanlık alanına giren bu konularda baş danışmanımız idi. Arastada gezimizin sembolünü de bulduk, oyalı bileklikler. Adetimizdir, her gezimizde o yöreyi hatırlatan bir simge seçeriz. Adana’da portakal çiçeği, Edirne’de kırmızı gül… Bileklerimizi süsleyen rengarenk Safranbolu oyaları da tarihimizdeki yerini aldı böylece.
Tarihi merkezde son durağımız Cinci han ve Cinci hamam oldu. Sultan İbrahim ve Kösem Sultan döneminde yaşamış uyanıklığı ve İş bilirliği ile ünlenmiş Kabaşzade Hüseyin Efendi tarafından 1645 yılında yaptırılmıştır. Cinliğini burada da gösteren hoca efendi ölümünden sonra binaların devlete kalmaması için annesi Hamide Hatun adına bir vakıf kurar ve tüm eserleri bu vakıfa, idaresini de ailesine bırakır. Böylece yapılar günümüze kadar gelir. 2000-2004 yılları arasında yapılan restorasyon çalışmalarından sonra otel ve restoran olarak hizmet vermektedir.
Daha gün bitmemişti. İstikamet Safranbolu’nun hemen dışındaki efsanevi Konarı Gölüydü. Sumru’nun köyü olan Konarı’nın adıyla anılan gölü gördüğümüzde ve Sumru; köy sakinlerinin göz rengini buradan aldığını söylediğinde, mavi ve yeşil arası harika gözlerinin de sırrını öğrenmiş olduk. Halk arasında dipsiz denilen göl aslında 6.20 metre derinliğinde. İçinde sıcak ve soğuk su kaynakları bulunuyor. Bir efsaneye göre Yörük Bey’in kızı ile Konarı Bey’in oğlu sevdaya düşerler. Yörük Beyi konar göçer olduklarından kızının hasretine dayanamayacağı için kızını vermez. İki aşık buluşma noktası olarak gölü belirler. Delikanlı gelir önce, saatler geçer güzeller güzeli yörük kızı gelmez. Genç aşık kendini gölün dipsiz sularına bırakır. Geldiğinde sevdiğinin ölü bedenini gören genç kız da suya atlar. Hıdırellez günü göle gelen iki ördeğin onlar olduğuna inanılır. Efsaneyi duyunca Hatice ile Sumru’nun köyleri ile ilgili tatlı atışmalarının belki de çoook seneler öncesine dayandığını düşündüm.
Gölün etrafındaki kafede çaylarımızı içip, ördekleri seyrederken bizler çok mutluyduk.
Dönüş yolumuzda bulunan, yeşillikler içinde saklı bir cennet olan Çevrik köprüde akşam yemeği olarak meşhur kuyu kebabını, iç pilav eşliğinde afiyetle yiyip, tadına bakmaktan vazgeçemediğimiz baklavayla tatlandırdık ağzımızı. Onbir kişi dört dilim baklavayı Sumru’nun titiz ve adaletli çalışması sonucu tattık. Kardeşlik buydu.
Gün geceye kavuşmuş, artık kalacağımız konağa gitme vakti gelmişti. Safranbolu bir günde bitmeyecek kadar kapsamlı tarihe ve kültüre sahipti. Bizlerse sınırlı güce…
Bağlar bölgesinde bulunan üç katlı, geleneksel mimarinin eserlerinden biri olan konağın altı odası da bize aitti. Kendimizi evin yeni sahibi gibi hissettik. Konağa eskiden “hayat” denilen taş duvarlarla çevrili, günlük işlerin yapıldığı boş olan mekândan girdik. Şimdi burası konağın restoranı olarak kullanılıyordu. Tahta merdivenlerle çıkılan birinci katta “çardak “denilen geniş bir alan vardı. Duvar dibinde dantel perdeli pencerelerin önünden geçen, atlas kumaştan yapılmış sedir, halı kaplı yastıklar üzerindeki beyaz dantelli örtüler, duvarlardaki ve tavandaki ahşap oyma süsler, yerde senelere tanıklık etmiş halılar, yaşanmışlığın kanıtı gıcırdayan, yıpranmış yer tahtaları karşıladı bizi. Her katta üç oda vardı çardağa açılan. Çardakta buluşmak üzere sözleşip odalara dağıldık yerleşmek için. Oda kapıları da geçmişe açılmış gibiydi. Eskiden banyo olarak kullanılan dolap (bugün elbise dolabı), odayı ısıtan ocak, üzerindeki kazan, duvarlardaki tahta raflar, işlemeli perdeler, eski kilimler gibi yaşamın temel araçları bugünün dekorasyon unsurlarıydı artık.
Odalarımızda yaşanmışlığın izlerini taşıyan eski dolapların içine yeni moda kıyafetlerimizi yerleştirip, gerçek sahiplerinin hiç bilmediği belki de ihtiyaç dahi duymadığı malzemelerle donattık tüm rafları. Onlar bir ömür sığdırmıştı bu odaya, biz ise dört gün.
Yerleşme faslını bitiren, odasının yalnızlığından çıkıp, tüm ailenin toplandığı çardağa geldi. Biz de bir aileydik. Kitapların etrafında buluşan büyük bir aile… Geçmişte olduğu gibi sedirlere sıralandık ve koyu bir muhabbete daldık. Dört günde olsa buranın sahibi artık bizlerdik.
Birinci günü, anılarımızda saklamak üzere bitirmiştik bile. Odalarımızın mahremiyetine çekilip, orada yaşanan hayatları düşleyerek uykuya daldık.
Yarın sabah erken kalkıp, Kastamonu’ya doğru yol alacaktık.
* Bir Devr-i Alem Safranbolu Masalı, Kübra Demir Bilgiç & Meriç Bilgiç
İlknur Karapolat